Yokluğun Esamesi
23 Haziran 2014 Pazartesi
Yeryüzü ve "Zor" Duygusu
Yeryüzü neredeyse hiçbir zaman bir anlam ifade etmemiş ya da bir anlam katmamıştır bana. Bunlar şöyle dursun bir anlama bile itmemiştir beni. Yeryüzü kelimesi bile hiçbir şey ifade etmiyor uzun uzadıya düşündüğümde dahi. Yeryüzü denildiğinde tüylerim diken diken olmuyor, kalbim daha hızlı atmıyor, gözlerimin önünde sıra dışı şeyler belirmiyor örneğin. Yeryüzü ile duygusal ya da kimyasal bir bağ bir kenarda dursun, fiziki bir bağ kurduğum konusunda bile şüphelerim var. Ya da bu fiziki bağ beni yeterince tatmin etmiyor. Yeryüzünün devinimimdeki rolünü yadsımaya kadar varıyor iş. Yeryüzü diyorum, yeryüzü, yeryüzü, yeryüzü ve dafalarca daha yeryüzü. Yine de kanıksayamıyorum bu belli belirsiz varoluşu. Bir sıradanlığın ölçütü de kabûl edemiyorum onu, hangi sıradanlığa sığar ki bu denli kapsayıcı olmak? Hem sıradan olsa, defalarca yeryüzü demem işe yarar ve çabucak kabûllenebilirdim onun sıradan varoluşunu. Bir kompozisyonun en sığ ögesi de diyemiyorum çünkü dilim varmıyor böyle söylemeye. Binalar var, asfaltlar, yapılar, yeryüzü üzerine kurulmuş envai çeşit yapılar. Bu yüzden her zaman dolaylamak zorunda kalıyorum onunla ilişkimi. Mesela sol kolum kadar yakın hissetmiyorum ona kendimi. Ya da sol kolum kadar yakın hissedemediğimden dolayı sol kolum kadar yakın değil bana. Demek ki doğru söylediğim bir şeyler var: Yeryüzü pek de yaşatmıyor beni.
1 Mayıs 2014 Perşembe
3. Cins: Kadın Hareketinin Savurganlığı
Kadının erkeği idealize etmek istemesinin temelinde, çok açık bir şekilde "özne" olma istemi ve kendi iradesini bir yolla ortaya koyma çabası bulunmaktadır. Tarih boyunca ezilmiş, bir nesne olarak görülmüş, insani ikiciliğe mâruz kalmış, çoraklaştırılmış, bir sanat devrinde dahi, ancak sanatın ve edebiyatın nesnesi olabilmiş kadının, modern dönemdeki bu tepkisi oldukça doğal hatta yerindedir. Fakat kimi çılgınların, bu tepkinin samimiyeti konusunda şüpheye düşmelerine de müsaade edilmelidir. Örneğin; bu çılgınlar, kadın hareketinin, kendini nasıl ve ne şekilde konumlandıracağından çok, kendisine karşıt aldığı özneyi nasıl konumlandıracağı üzerine yoğunlaştığını söyleyebilir. Hatta bazıları daha da ileri gider ve erkeği, kadının karşıtı olarak alan tutumun, asla bir kadın hareketi olamayacağını, olsa olsa bir anti-penis hareketi olabileceğini iddia edebilir. Bu da yetmezmiş gibi, kadının hürleşme çabasının, "kendi kendimi köle yapabilir miyim?" sorusuna paralel olduğunu, bu paralelliğin de aslında bunun toplumsal değil bireysel bir tavır göstereceğini pekâlâ savunabilir. Bütün bunlara karşın, kadın hareketi, bu çılgınları, ataerkillikle, genelekçilikle hatta yobazlıkla itham edebilir ve yine kendini savunmaktan çok, karşıt olduğu şey üzerinden duruş sergilemeye devam eder. Bu noktada, kimi çılgınların iddia ettiği şeylerin aslında çok da uçuk olmadığı gün yüzüne çıkar.
3. Cins: İdealize Edilmiş Erkek
Doğa, olağan üstü bir yalınlıkla, çatışkı durumunda her zaman iki özne var sayar. Fakat doğanın dışına taşan insanda, durum o kadar basit ve anlaşılır değildir. Erkek, çatışkı alanınında öylesine yalnızdır ki, hem çatışan özne olmakla, hem de çatışılan bir nesne olmakla yükümlüdür. Kadın ise, kendisinin doğadaki rolünün çatışkı alanı yaratmak olduğunu kanıksamış durumdadır. Bu rol, erkeğin her duruma karşı pozisyonunu belirlemeye, ona "iyi" kavramı altında nitelik ve tavırlar bütünü yüklemeye ve hatta onu biçimlendirip idealize etmeye değin vardırılabilir: Örneğin, erkek, hem rasyonelliğin ötesinde bir sevgi beslemeyle hem de bu sevgiyi mantıksallaştırmakla yükümlü tutularak, doğal olmayan bir çatışkının içine sıradan ve doğal bir tutumla bırakılabilir, bu çatışkıyla baş etme iradesiyle yargılanabilir ve arzu edilen konumlanmayla idealize edilebilirdir. İşte idealize edilmiş bu doğa-dışı erkek, kadın tarafından yaratılmış bir üçüncü cinstir.
Kadın eliyle var edilmiş üçüncü cins, öylesine mâhir bir doğallıkla kanıksanmıştr ki, doğa durumundaki erkek kolaylıkla geleneksel olmakla, ataerkillikle ve nadanlıkla itham edilebilir, hatta çoğu zaman idealize erkek örnek gösterilerek doğal konumdaki erkek bu yeni sürüme dönüştürülmeye çalışılabilir. Doğa durumunda, kadın ne kadar nadan ve umursamazsa, erkek de o kadar nadan ve umursamazdır. Zirâ bu niteliklerin, herhangi bir insan cinsine has olmadığı, açıklanmaya çalışılması gülünç duruma düşürecek türden bir önermedir. Durum böyleyken, erkeğin başkalaşım dinamiklerinin, bilhassa bu nitelikler üzerinden savunulması, idealize edilmiş bir anlaşılmazlık ve bu anlaşılmazlık içerisinde kadının kolayca manevra yapabileceği olağan üstü bir hareket alanı doğurmaktadır.
12 Ağustos 2013 Pazartesi
Kerhanede Anarşi
Hiç kimsenin, karşısındakinin niyetini okumaya ihtiyaç duymadığı, kurtarılmış bir bölge burası. Penisleriyle hayatı yönlendirebileceğini uman adamlarla ve vajinaları hissizleşmiş iyimser kadınlarla dolu bir mekân. Riyâdan, kutsaldan, ahlak denilen yobazlıktan uzak, para ve zevkin gerçekçi yargılarıyla bezenmiş bir düzüşme ortamı. Samimiyetsiz hiçbir soru ve verilebilecek hiçbir sağduyulu cevap yok. Umut etmek, hayal kurmak, beklenti ve özlem artık dışarıda. Gülümseyeni dövüyorlar. Mastürbasyon bile bir tuhaf. Adamın kasıklarındaki dağınık kıllar hiçbir kadının sikinde değil. Kadının kalçalarındaki sarkıntı, memelerinin arasındaki boşluk çok önemsiz ayrıntılar.
1 Eylül 2012 Cumartesi
Hegel, Nietzsche ve Marx Felsefelerinde ‘’İnsan’’
Hegel, Nietzsche ve Marx Felsefelerinde ‘’İnsan’’
Felsefe tarihine
bakıldığında hemen her filozof insanın özüne dair bir şeyler söylemiş ve bu özü
kavramaya ve aktarmaya çalışmıştır. Biz bu yazıda 3 önemli filozofun insanın
özünü kavrama çabasını inceleyerek ‘’insan’’ hakkında bir fikir edinmeye
çalışacağız.
Öncelikle ‘’insan’’ı
araştırırken filozofun seçim yapması gereken iki yolu vardır. İnsan kavramına
mı bakacağız yoksa yaşayan insana mı? Elbette bu seçim filozfların genel
felsefelerine uygunluk gösterecektir. Bu yüzden Hegel yaşayan insana değil
‘’insan’’ kavramına bakar.O, Antik Yunan'dan beri süregelen insan anlayışı
geleneğini bozmayarak insanın özünün ''akıl'' olduğunu söylemekle beraber,
insanı ve aklı verili bir şey olarak değil, oluş hâlinde, olagelen bir şey
olarak tasarlamış ve bu geleneğe farklı bir bakış açısı kazandırmıştır. Hegel
felsefesinin asıl ereği ise bu oluş hâlinin nasılını ortaya koymak,yani kendi
başına boş bir kavram olan ''insan''ın kendisini gerçekleştirme sürecini ortaya
koyarak bu kavrama içerik kazandırmaktır.Zirâ Hegel'e göre hakikat her şeyden
önce bir şeyin nasılını bilmektir.Ve yine hakiki olan nesnenin kavramına
uygunluğudur.Bir nesne olması gerektiği şey ise hakikidir.Her ne kadar Camus
''İnsan ne ise o olmayı reddeden tek mahluktur'' dese de.Bu bağlamda ''oluş''un
hakikatini araştıran Hegel karşıtların birliği ilkesinden hareketle ''mutlak
ide''ye varır.Mutlak ide ise kavramın ve nesnenin birbirine uygunluğu daha da
doğrusu birliğidir.Mutlak idenin kendi bilincine vardığı durum ise
Geist'tır.Hegel felsefesinin temelini oluşturan Geist'ın kendisini açma süreci,
aslında insanın kendi kendisini yaratma, kendisini gerçekleştirme sürecidir. Max
Scheler Hegel’in insan görüşünü özetler nitelikte ‘’ İnsan kendini özgürce
biçimlendiren varlıktır.İdeal olan ”tam-insan” olmaktır.Tam insan özüne varmış
insandır.’’ der. Hegel’in bu insan görüşü ‘’insan’’ kavramından yola çıkılarak
oluşturulmuş bir akıl yürütmedir.
Nietzsche
ise insanı Hegel'in aksine insan kavramından hareketle değil, yaşayan insandan, bireyden hareketle ele alır. Nietzsche'ye
göre iki tip insan vardır; yaratıcı insan ve sıradan insan.Ve insanın özü sıradan
insanda değil, yaratıcı insanda aranmalıdır.Bu yüzden üzerinde durulması
gereken insan tipi yaratıcı insan, bir başka deyişle trajik insandır. Fakat
sürü insanından da kısaca bahsetmek yaratıcı insanı kavrayabilmek için yararlı
olacaktır. Sürü insanı kimdir? Kendi değerlendirmesi olmayan, varolan ahlak
anlayışını sorgusuzca kâbul eden ve her bir durumda ona sığınan kişidir sürü
insanı. Korkaktır, zayıftır.Fakat zayıf olduklarını kabullenmezler.Yine de bir
Skandinav atasözünün söylediği gibi:Zayıflar
arasında en güçlüsü zayıf olduğunu unutmayandır.Yaşamak
temel erektir,pasiftir ve sadece sorunsuzca yaşamaya odaklanmıştır.İşte sürü
insanı budur. Bu noktada yaratıcı insana geçmeden önce Eski Yunan şairlerinden
Teognis'in şu dizelerini dikkate almak gerekir: Ne soğandan gül çıkar,Ne köleden
özgür insan.Bu nokta başka bir tartışma konusu olsa da köle ruhlu bir insandan
yaratıcı insan çıkmayacağı konusunda Nietzsche ile Teognis hemfikir gibi
görünüyor. Dahası Nietzsche yaratıcı insan tesadüfen ve bir istisna olarak
ortaya çıkar derken sürü insanından yaratıcı insanın çıkmayacağını, yaratıcı
insanın ancak güzel bir tesadüf olarak istasnai bir durumla ortaya çıktığına
vurgu yapıyor.Öyleyse istisna olarak ortaya çıkan yaratıcı insan kimdir? İnsana
özünü veren yaratıcı insanın nitelikleri nelerdir? Bu insan tipi, insansal tüm
nitelikleri kendisinde toplayan, insana ilişkin realitesi kendisi olan kişidir.
Hayata bütünüyle evet der, değerler yaratır.Bu değerlere kıymet verilmeyeceğini
biliyordur, fakat yine de değer yaratmaktan vazgeçmez.Şüphesiz bu trajik bir
durumdur. Yaratıcı insanın trajikliği buradan gelir.Ve hayatın bir ereği
olmamasına rağmen ona bütünüyle evet demesi de trajedinin bir başka boyutudur.
İşte değerler yaratan bu istisnai insan tipi insana özünü veren insan
tipidir.Yaratıcı insandan hareketle diyebiliriz ki, insan değerler yaratan ve o
değerlere göre yaşayabilen varlıktır.
İnsanı tarihsel bir
varlık olarak inceleyen bir diğer kült filozof Marx ise Nietzche'ye benzen
biçimde yaşayan insana bakarak insanın özünü ortaya koymaya çalışmış ve fakat
Nietzsche'den farklı biçimde yaratıcı insana değil birey olarak insana yani
sıradan insana-proleteryaya- bakarak insanın özü problemine eğilmiştir.Marx'ın
genel felsefesini oluşturan ''üretim ilişkileri'' kavramı insanın özü konusunda
da Marx'ın referansı ve çıkış noktası olmuştur.Marx,İnsanı insan yapan şey
nedir sorusuna üretim etkinliği cevabını verir.İnsan üreten-doğayı
dönüştürebilen- bir şeydir. İnsan dışında hiçbir varlık bu güce sahip değildir.
Öyle ki, yapma nesneler, doğanın dönüştürülmüş hâlleri olarak nesneler, mesela
bir pet şişe veyahut bir kağıt parçası insan emeğinin somutlaşmış hâlidir.
Fakat kapitalizmle beraber, insanlar kendi emeklerine ve kendi ürünlerine
yabancılaşmıştır. Kapitalizmin ve işgücünün büyümesi ile birlikte insan
makinenin bir dişlisi hâline gelmiş, üretmenin hazzını kaybetmiş ve bu hâlde
insanlıktan çıkmıştır. İnsanın yeniden insan olabilmesi için Marx'ın önerisi
insanların serbest zaman sahibi olabileceği bir ekonomik düzendir.Yani
komünizm.Ancak bu şekilde insan yabancılaşmadan sıyrılıp yeniden insan
olabilecektir.
İmdi insan nedir
sorusuna üç farklı yanıt bulmuş olduk. Hangi yanıtın insanın özünü vermek
konusunda daha yetenekli olduğu konusunda elbette ki uzun bir tartışmaya girmek
gerekir. Yanıtların realiteye uygunluğu ve insanın değerinin hakkının verilmesi
bu tartışmadaki temel ölçütlerimiz olmalıdır. Hegel'in insan kavramından yola
çıkarak insanın özünü ortaya koymaya çalışması elbette ki ilk bakışta kendi
içinde tutarlı ve akla yatkın gelecektir. Fakat Hegel'in insanını realiteye
giydirmeye kalkışırsak pek de başarılı olabileceğimizi söyleyemeyiz. Zirâ reel
hayatta Geist'ın somut bir görünümüne rastlayamayız. İnsanı tanımak için
zihnimizde dönüp duran fakat çıkarıp gösteremediğimiz bir insan kavramına değil
deneyimleyebildiğimiz yaşayan insana bakmalıyız, onların niteliklerini diğer
varlıklardan onu ayıran şey olarak ortaya koymalıyız. Şüphesiz ki Marx'ın
''insan üreten şeydir'' tanımı insanın özünü ortaya koymaya Hegel'in
Geist'ından daha yetenekliyse de ''insan sadece üreten, ekonomik bir varlık
mıdır?'' sorusunu yanıtlamaya yeteneksizdir. Çünkü insanı sadece ekonomik bazda
değerlendirmek insanın değerini ona teslim etmeyecektir. İnsanın değerini
teslim eden yanıt ise ''İnsan değer yaratan varlıktır'' cevabıdır. Pekâlâ her
insan değil ama yaratıcı insan değer yaratan ve o değerlere uygun yaşayabilen
varlıktır.Yaratıcı insanın bu özü kavram olarak insana da dolayısıyla sıradan
insana da atfedilebilir.
Yazıma bir Bertolt Brecht şiiriyle son vermek istiyorum.Bu
şiir iyi insana, trajik insana sürüden yükselen bir sesse eğer;
şimdi bizi iyi dinle:
düşmanımızsın sen bizim
dikeceğiz seni bir duvarın dibine
ama madem bir sürü iyi yönün var
dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine
iyi tüfeklerden çıkan
iyi kurşunlarla vuracağız seni
sonra da gömeceğiz
iyi bir kürekle
iyi bir toprağa
...
düşmanımızsın sen bizim
dikeceğiz seni bir duvarın dibine
ama madem bir sürü iyi yönün var
dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine
iyi tüfeklerden çıkan
iyi kurşunlarla vuracağız seni
sonra da gömeceğiz
iyi bir kürekle
iyi bir toprağa
...
2 Haziran 2012 Cumartesi
Yaratım Dilemması: Tanrı mı İnsan mı?
İnsanlık tarihinin
en büyük paradokslarından birisi ‘’Tanrı ve insan arasındaki ilişki’’dir. Ve bu
paradoks şu soruyla şekillenir: Tanrı mı insanı yaratmıştır yoksa insan mı
Tanrı’yı? Ya da Nietzsche’nin sorduğu biçimiyle: Tanrı mı insanın tek
hatasıdır, insan mı Tanrı’nın tek yanlışı? Bu soruya çeşitli filozoflarca
çeşitli şeyler söylenmiştir. Örneğin Descartes; İnsanın Tanrı’nın yaratımı
olduğunu velev ki ‘’Tanrı ide’’sinin insan zihninde doğuştan var olduğunu
söylemiştir. Bu temelsiz sav her ne kadar sayfalarca çürütülmeye lâyıksa da bu
çürütme şu aşamada bizi konunun orijininden alıkoyabilir. Ben asıl soruyu; yani
Tanrı ve insanın yaratım ilişkisini birkaç ana başlıkta incelemek ve tartışmak
istiyorum. Ve elbette ki bu tartışma bizi bulunduğumuz yerden daha ileriye ya
da geriye götürmeyecektir, zirâ başta da belirtildiği üzere bu paradoksal bir hâldir.
Mükemmel Bir Varlığın
Yaratmasının Absürdlüğü
Varsayalım ki; biz
bu soruya ‘’Tanrı insanı yaratmıştır’’ diye cevap verdik. Bu cevabın
temelsizliği bir tarafa cümle kendi içerisinde çelişkiler taşır. Şöyle ki;
Tanrı -en azından semavi din tasavvurlarına göre -mükemmel bir varlıktır.
Mükemmel bir varlık her şeyi bilen bir
varlık mânâsına gelir. Tanrı ezelden beri var ise onun bilgisi de ezelden beri
vardır. Ve bu ön kabullere binaen yaratma kavramı üzerine şöyle bir sorun
ortaya konulabilir:
Tanrı'nın bir şey yaratabilmesi için, bilgisinde bir deşişiklik olması gerekir. Ezelden beri bildiği bilgide bir değişiklik yoksa, ezelden beri yaptığı (ya da yapmadığı) şeyde de bir değişiklik olmaması gerekir. Ama bir noktada Tanrı yaratmıştır.Yani bir değişikliğe gitmiştir.Mükemmel bir Tanrı’nın yeni bilgi edinmesi ve bu bilgi değişikliğinin onu yaratmaya sevketmesi gerçekten de acayiptir. Yani mükemmel bir varlığın ‘’yaratması’’ absürttür, irrasyoneldir.
Antropomorfik Tanrı
Varsayalım ki soruya ‘’İnsan Tanrı’yı
yaratmıştır’’ diye cevap verdik. Bu cevabı temellendirmek için birçok argüman
sunulabilir. Fakat ben bu argümanlardan yalnızca birkaçını inceleyeceğim. İlk
argümanım ‘’Antropomorfik Tanrı’’
argümanı. Yine semavi dinlerdeki Tanrı tasavvuruna bakıldığında, gerek
kutsal kitaplarda gerekse dini öğretilerde Tanrı kurgulanırken, ona yer yer
insansal nitelikler yüklendiğini görürüz. İslam dininde Esma-ül Hüsna başlığı
altında Allah’ın 99 ismi, 99 sıfatı vurgulanır. Bu sıfatlar insansal
niteliklerin başına ‘’en’’ ya da ‘’
sonsuz’’ eklenerek oluşturulmuş sıfatlardır. En bilgili, en affedici, sonsuz güçlü, sonsuz merhametli, sonsuz adil,
kahredici vesaire. Bu nitelikler insana has niteliklerdir. Ve insanlar bir
Tanrı kurgularken ‘’insan’’ın Tanrının ruhundan bir parça olduğu düşünülerek
insan ruhunun genişletilmiş sonsuzlaştırılmış hâli olarak onu gösterirler. Bazı
kutsal kitaplarda; örneğin Tevrat’ta Tanrı öfkelenen bir varlıktır. Nuh tufanı
Tanrı’nın insanlara öfkelenmesiyle onlara yolladığı bir felakettir. Kuran’da ise
Tanrı sık sık yemin eder, ant içer. Bu da Tanrı’nın kendisini kabul ettirme
çabası olarak yorumlanabilir. Ve İslam dinine göre bir hadiste Tanrı şöyle der:
Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim. Bilinmek istemek, görünmek istemek
yine insana has bir niteliktir. Bir söz şöyle der: ‘’Eğer üçgenlerin bir
Tanrısı olsaydı, muhtemelen üç kenarı olurdu.’’ İnsanların Tanrısı da doğal
olarak insansal nitelikler taşıyacaktır. Bu argüman bize şunu söylüyor: Tanrı
insan yaratımıdır, bu yüzden insansal nitelikler taşır.
Nietzsche: Tanrı
Öldü!
Nietzsche’nin ünlü
sözü bize ne anlatmak istiyor olabilir? Bana göre tam da benim anlatmak
istediğim şeyi. Yani insanlar tarafından yaratılmış, üretilmiş ve yine insanlar
tarafından yaratıldığı unutularak insanların dışında bir yere oturtulmuş,
yüceleştirilmiş, insanların ahlakını temellendirmekle görevlendirilmiş, içi
insanlar tarafından doldurulup aynı zamanda yine gün geçtikçe insanlar
tarafından boşaltılmış ve tutarsızlaştırılmış, bir boşluğun dolduruluşu olarak,
bir gedikliğin tamamlanışı olarak, bir yokluğun varsayılışı olarak Tanrı ve
yine insanlar tarafından var edilmiş bir Tanrı’nın, değerlerin yeniden
değerlendirilebilmesi için, üst insanın
yolunun açılabilmesi için, insanın kendisini aşabilmesi için yok edilmiş bir
Tanrı.
Bir İhtiyaç Olarak
Tanrı
Nietzsche, “Tanrı öldü!” dediği zaman ona inananları büyük
bir telaş sardı: “Şimdi kimin önünde eğileceğiz?” İnsanlar için Tanrı bir
gereksinimdir. Bu sayede ne yok olmayı düşünmek zorunda kalırlar ne de var
oluşun saçmalığı onlar için bir sorun teşkil eder. İşte tam da bu yüzden
Voltaire, “Tanrı yoksa bile onu var etmeliyiz.” der; çünkü insanlar bir
Tanrı’ya inanmadan yaşamlarını idame ettiremezler. Öte yandan Tanrı, insanlar
için bir ahlak bekçisidir. İnsanlar ahlaklı olmak için bir Tanrı’ya gereksinir.
Çünkü Tanrı yoksa ahlaklı olmak için hiçbir nedenimiz kalmaz. Her ne kadar
Kant’ın ‘’ahlak yasası’’ teorikte işe yarar gibiyse de pratikte pek işe yaramaz
gibi gözüküyor. İnsanlar varolmak için ve ahlaklı olmak için bir Tanrı’ya
gereksiniyorsa, bu varoluşun yararlılığından, bu ahlakın ahlaki değerinden
şüphe etmemiz olağandır. Bu yüzden Voltaire’in sözünü Bakunin’in çevirdiği şekliyle ortaya koymalıyız: Eğer
gerçekten bir Tanrı varsa bile, bir yolunu bulup onu yok etmeliyiz!
Bir Hikaye
Olay aynen şöyle gelişti. Tanrı evreni ve insanı yarattı.
İnsan ilk başta her şeyi biliyorken zaman içinde dünyaya bağlanıp Tanrıyı
unuttu. Tanrı yok olduğunda insan bir boşluğa düşüp Tanrıyı yarattı. İnsan
Tanrıya ihtiyacı olmadığını anlayıp her şeyi bilimle çözdü. Buna sinirlenen
Tanrı insana vahyetti: Akıllı ol! İnsan korktu ve eskisinden daha sıkı bağlandı
Tanrıya. Sonra baktı ki Tanrının bilimden haberi yok Tanrıya bilimi öğretti.
Rasyonel bir Tanrı, daha güzel ne olabilirdi ki.
Paradoks
Ve 'tanrı' Tanrı'yı yarattı, ve Tanrı 'tanrı'yı daha sonra
Ve yaşam Tanrı'yı yarattı, ve Tanrı yaşamı daha sonra
Ve ölüm Tanrı'yı yarattı ve Tanrı ölümü daha sonra
Ve 'tanrı' Tanrı'yı öldürdü ve Tanrı 'tanrı'yı daha sonra
Ve Tanrı 'tanrı'ya kul oldu
Ama 'tanrı' Tanrı'ya daha sonra
Ve 'tanrı' Tanrı'yı serbest bıraktı
Ama Tanrı 'tanrı'yı hapsetti daha sonra
Ve 'tanrı' Tanrı'yı öldürdü
Ama küllerinden diriltti daha sonra
Ve Tanrı 'tanrı'yı öldürdü, Tanrı 'tanrı'yı daha sonra.
Ve yaşam Tanrı'yı yarattı, ve Tanrı yaşamı daha sonra
Ve ölüm Tanrı'yı yarattı ve Tanrı ölümü daha sonra
Ve 'tanrı' Tanrı'yı öldürdü ve Tanrı 'tanrı'yı daha sonra
Ve Tanrı 'tanrı'ya kul oldu
Ama 'tanrı' Tanrı'ya daha sonra
Ve 'tanrı' Tanrı'yı serbest bıraktı
Ama Tanrı 'tanrı'yı hapsetti daha sonra
Ve 'tanrı' Tanrı'yı öldürdü
Ama küllerinden diriltti daha sonra
Ve Tanrı 'tanrı'yı öldürdü, Tanrı 'tanrı'yı daha sonra.
Ozan Kıratlı
Hamza Celalettin OKUMUŞ
2 Aralık 2011 Cuma
Sanat Mastürbasyonu
İlkin; sanat mastürbasyonundan kastımı anlatmalıyım, zirâ bunu anlamadan aşağıdaki metin anlamsız kalacaktır.Mastürbasyon bilindik anlamıyla tek kişi tarafından gerçekleşen ve yine bilindik şekilde cinsel egoları tatmin etmek amacıyla yapılan bir iş değildir.Mastürbasyon iki varlık tarafından gerçekleşip, cinselliğin en üst seviyesidir. ''Seks'' gibi birleşimli cinsel durumlar giderek anlamını yitirir.Fakat mastürbasyon her zaman yeniliğini ve diriliğini korur. İşte bu yüzden sanatta seks değil mastürbasyon hâkimdir.
Sanat mastürbasyonu 5 türlüdür.Aslında daha fazladır, fakat biz discordianlar 5 rakamını çok severiz ve her şeyi 5'e indirgeriz. Öncelikle; sanat eseri ve sanat eserini deneyimleyen kişi arasında gerçekleşen dolaylı cinsel münasebet sanat mastürbasyonu olarak belirtilebilir. Sanat eseri, deneyimcisinin karşısında öylece durur ve deneyimci sanat eseri karşısında tüm hazsal tepkilerini çekincesiz sergiler. Deneyimcinin aldığı bu haz sanat eserini de etkiler ve karşılıklı bir mastürbasyona dönüşür durum. Bu anlamda ben iyi bir mastürbatörüm.
İkinci tür sanat mastürbasyonu sanat eseri ve sanat eserinin yaratıcısı arasındadır. Zâten sanat eserinin kendisi, bir mastürbasyon ürünüdür. Sanatçının hayali mastürbasyonunun meydana getirdiği somut nesnedir sanat eseri. Ve meydana geldiği andan itibaren de sanatçısıyla karşılıklı bir haz ilişkisine girer.Değinmekte yarar vardır ki; sanatçı da sanat eserinin deneyimleyicisiyle olan mastürbasyonundan peydah olmuştur.İkinci tür sanat mastürbasyonunda bence Dali, Kafka, Picasso, Âh Muhsin Ünlü, Falero, Perlman iyi mastübatörlerdendir.
Üçüncü tür sanat mastübasyonu ise sanatçı ve sanat eseri deneyimleyicisi arasındadır. Deneyimci sanatçının dünyasına girdiği an onunla dolaysız bir yakınlıktadır ve onunla içiçedir. Bu mastürbasyon deneyimci tarafından sanatçıdan habersiz gerçekleşir. Fakat dolaylı da olsa sanatçı bu mastürbasyondan yeterli hazzı alır. Bu türde ben ve Turgut Uyar iyi birer mastürbatörüzdür.
Dördüncü tür sanat mastübasyonu Tanrı ve sanatçı arasında, beşinci tür mastürbasyon ise Tanrı ile sanat eseri arasında gerçekleşir. Hegel'i andığım şu noktada dördüncü ve beşinci tür sanat mastürbasyonları ayrı bir yazıda incelenmelidir.
Sanat mastürbasyonu 5 türlüdür.Aslında daha fazladır, fakat biz discordianlar 5 rakamını çok severiz ve her şeyi 5'e indirgeriz. Öncelikle; sanat eseri ve sanat eserini deneyimleyen kişi arasında gerçekleşen dolaylı cinsel münasebet sanat mastürbasyonu olarak belirtilebilir. Sanat eseri, deneyimcisinin karşısında öylece durur ve deneyimci sanat eseri karşısında tüm hazsal tepkilerini çekincesiz sergiler. Deneyimcinin aldığı bu haz sanat eserini de etkiler ve karşılıklı bir mastürbasyona dönüşür durum. Bu anlamda ben iyi bir mastürbatörüm.
İkinci tür sanat mastürbasyonu sanat eseri ve sanat eserinin yaratıcısı arasındadır. Zâten sanat eserinin kendisi, bir mastürbasyon ürünüdür. Sanatçının hayali mastürbasyonunun meydana getirdiği somut nesnedir sanat eseri. Ve meydana geldiği andan itibaren de sanatçısıyla karşılıklı bir haz ilişkisine girer.Değinmekte yarar vardır ki; sanatçı da sanat eserinin deneyimleyicisiyle olan mastürbasyonundan peydah olmuştur.İkinci tür sanat mastürbasyonunda bence Dali, Kafka, Picasso, Âh Muhsin Ünlü, Falero, Perlman iyi mastübatörlerdendir.
Üçüncü tür sanat mastübasyonu ise sanatçı ve sanat eseri deneyimleyicisi arasındadır. Deneyimci sanatçının dünyasına girdiği an onunla dolaysız bir yakınlıktadır ve onunla içiçedir. Bu mastürbasyon deneyimci tarafından sanatçıdan habersiz gerçekleşir. Fakat dolaylı da olsa sanatçı bu mastürbasyondan yeterli hazzı alır. Bu türde ben ve Turgut Uyar iyi birer mastürbatörüzdür.
Dördüncü tür sanat mastübasyonu Tanrı ve sanatçı arasında, beşinci tür mastürbasyon ise Tanrı ile sanat eseri arasında gerçekleşir. Hegel'i andığım şu noktada dördüncü ve beşinci tür sanat mastürbasyonları ayrı bir yazıda incelenmelidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)